Ah Muhsin Ünlü İsmini çok duyarız, çok görürüz. Yazılarını okuduğumuzda bazen duraksar düşünür, bazen gülümser, bazen ise üzülürüz. Peki kimdir bu adam yahu? Muhsin Ünlü, hemen hemen herkesin bildiği tanıdığı Onur Ünlü’nün kedisinden başkası değildir. Hem de oyuncak kedi. Başında neden ‘’Ah’’ vah eder bu adam? Yokmuş bir sebebi söylediğine göre. Hem bize ne canım, öyle istemiş.
Leyla ile Mecnun efsanesinin yönetmenidir bir kere. Daha ne olsun der gibisiniz ancak bununla da kalmıyor. Bana kalırsa Türkiye’de sinema ve televizyon dizisi sektöründe absürt komediyi başlatan ve en iyi kullanan kişidir. Yalnız yönetmen, senarist midir diye soracak olursanız, bu adam rengarenk derim. Yazar-çizer, çalar-söyler, çeker-yönetir, bir bakmışsın izlerken gülmüşsün, bir bakmışsın yazdığı 3 cümle yazıyı okurken hüngür hüngür ağlıyorsun. Bi filminde imamı dedektif yapar, bir dizisinde silahtan çıkan mermiyi havadayken taşla durduran İslami Matrix’i yazar. Böyle bir insandır. Doğaldır, samimidir, tavlada rakip, okeyde dördüncü, ‘hadi çay koy da içelim’ derken sohbetine saatler yetmeyecek biridir gibi hissediyorum. Hep öyle salaş bir havası var. ‘’Çayevlerine gereken özeni göstermeliyiz’’ demiş birinden de zaten başka türlüsü beklenemez. Bu da içimizden biri olduğunun en büyük kanıtı gibi görünüyor.
‘’Ben dünyaya karşı durmak ile meşhurum.’’ Diyerek ne kadar aykırı bir yapısı, nasıl absürt kişiliği olduğunu gözler önüne sermektedir. Dünyaya karşı durmazsanız, dünya size karşı durur der gibi umut saçmaktadır adeta. ‘’Burası dünya yahu, burası bu kadar işte.’’ Diyerek de kim olduğumuzu, nerede olduğumuzu, ne kadar önemsiz mevzularla kafamızı yorduğumuzu yüzümüze çarpmaktadır.
Haklılık payı sorgulanamaz bile.
Sonra sen kendi yolunu çizdin,
benim ilkokulda resmim zayıftı pek birşey çizemedim,
Beşiktaş’ta bir eve taşındım ve sigarayı bıraktım,
bulaşık makinem var,
alttan iki dersim var, bir kitap projem var ve sen yoksun.
Yani burada anlatılmak istenen ne? Hiiç. Bulaşık makinesinin varlığıyla sevinen adamın, birinin yokluğuyla böyle dizeler yazdığını görüyoruz. Kendi içindeki dünyada sanıyorum ki gökyüzü kırmızı, çeşmelerden çikolatalı süt akıyor, pamuk şekerler pamuktan, yataklar buluttan, kâğıt helvalar A4 kareli kâğıttan… Kimsenin, kimsenin iç dünyasına karışmasına müsaade edemeyiz şayet bu iç dünyanın bu kadar heyecan verici, bu kadar renkli, bu kadar karmaşık, bu kadar hüzünlü ancak bir çay içince geçecek masumlukta olması hayranlık verici, büyüleyici, adeta içine çekici. ‘’Beni de alsa ya içindeki kendi dünyasına, yoldan geçen kedi olurum, ya da çay bardağı, isterse elektrik direği de olurum, bana da 2 satır yazsın.’’ dememek ne mümkün.
Şimdi buraya bir şiirini bırakıyorum;
‘’Resulallah süper bir insandı, ben o kadar değilim,
Resulallah yolda Ebu Bekir’i görse ‘es selamu aleyküm ya sıddık’ derdi,
ben yolda Ebu Bekir’i görsem tanımam.
Resulallah asla yalan söylemezdi; ben annem ölürken hiç ağlamadım.
Ben annem ölürken çok ağladım çünkü annem gırtlağından hırıltılar çıkarırken nasıl terliyordu, görmeliydiniz.
Resulallah Azrail’i yolda görse tanırdı;
ben Azrail’i annemin yanında görseydim ona bir çift lafım olurdu,
derdim ki şimdi yani af edersin ama o sıktığın annemin gırtlağı.’’
Şiirin sonuna yutkunamadan gelemediniz öyle değil mi? Ben de gelemedim. Bana kalırsa annesi kırmızı gökyüzündeki pamuktan yapılmış bulutlarda Onur’la çok uğraştığı için dinlenmek için uyuyor. Burçak? Burçak da bir çeşmenin başına oturmuş çikolatalı süt içerken, renkli kareli A4 kâğıttan yapılmış kâğıt helvasını yiyor. Bende biraz masamda soğumuş kahvemle dertleşeyim, canı bi’ sıkkın duruyordu 1 saattir.